Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam
2
Yorum
5514

kez okundu..

 

 

Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam
26.12.2011 DOLMABAHÇE - SÜREYYA FARUKİ
2011 Aralık ayının son haftasına dair mesai çıkışında bir ay öncesinden takip etmek için aklıma koyduğum bir konferans vardı ama o gün nedense istekli değildim. Durumu zuhurata bırakıp yola koyuldum. Daha işe başlamadan doktor hanım aradı davet etti. Programı takip edeceğim anlaşıldı ve fakat mailleri açıp yeni bir bilgiyle karşılaşınca artık bu programı takip edeceğim anlaşıldı. Plan var plan içinde diye boş yere söylememişler… Bu gelişmelerle mesai sonrasında Süreyya Faruki’nin  Dolmabahçe Sarayında ki konuşmasına yetişebilmek için hızla yola koyuldum ama tramvayın azizliklerine uğradım. Önce akbil turnikede takıldı – turnike bozukmuş-  sonra arka arkaya son durağı Sultanahmet olan birkaç tramvay gelince bayağı gerildim. Bir işe vaktinde yetişememek benim için tam bir kâbus. Allah’a şükür hayatımda hiç böyle bir durumla karşılaşmadım desem yalan olmaz. İnsan takınca Allah da yardım ediyor sanki. En azından ben bu konuda çok yardım aldığımı söyleyebilirim. Bununla birlikte gecikmemek için gerekli bütün tedbirleri de aldığımı söylemeliyim… vs.
Bugün dinlediğim ve bulunduğum mekânlarda edindiğim bilgileri yazıya geçirmeyim şeklinde bir karar verdim. Çünkü yaptığım araştırmalarda bu bilgilere pek rastlamadığımızdan o alanda boşluklar oluyor. Mesela bugünlerde okuduğum Acıbadem kitabında geçen ve entelektüel grup olarak da tanımlayacağımız ‘Acıbadem loncası’, toplantılarında hangi konuları konuşur, tartışırdı. Ne gibi kararlar alırdı. Loncadan haberdarız  ama  neler konuştuklarını bilmiyoruz. Gerçi bir nevi günlük gibi düşünülebilir ama daha spesifik ve alan merkezli bir metin benim düşündüğüm deyip ilk metnimi yazıyorum.
Süreyya Faruki için saraydayız. Öncelikle sarayın bu uygulaması bile bir çok şey demek. Sarayı farklı bir formatta görüp içinde birkaç saat geçirmek  ne bileyim beni etkiliyor ve çok keyif alıyorum. Aralık ayının son haftasındayız. Hava yağışlı değil ama oldukça soğuk; her rüzgâr dalgası kara dair esintileri yüze değdiriyor. Birkaç dakika gecikmeyle de olsa saraya geldim, çok fazla bir şey kaçırmamış olacağım diye düşünürken henüz konferansın başlamadığını gördüm. Bunu onaylamasam da seviniyorum. Faruki saat beşte geldi. Ya trafikten veya başka gerekçelerle bilmiyorum. Neyse salon doluya yakın, epey dinleyici var. Genelde konuşmacıyı direkt göreceğim yerlere otururum. Böyle bir sandalyeyi gözüme kestirip oturdum: en önde. Ne var ki Faruki sürpriz yaptı, masa yerine ayakta ve ortada konuştu. Dolayısıyla benim alanıma pek girmedi ben de konuşmadan kopmamak için hemen hemen hepsini yazdım. Bu da iyi oldu.
Konuşmadan önce bir sayfa bilgi metni dağıtıldı. Faruki’nin ele alacağı konular, kitabı  … vs. Konuşmasına başladığında ise öğrencilik dönemiyle ilgili bir duygu durumunu paylaştı: “Ben konuşma yapan hocaların kitabını anlatmasına sinir olurdum, o kitabı bir yerden bulup okurum daha farklı şeyler söylenmeli diye düşünürdüm; dolayısıyla burada kendimle çelişmemek için kitabımdan bahsetmeyeceğim” dedi.  Tamamen  katılıyorum: ben de bir, kitabından bahsedenlere, bir  de zaten söylediklerini sorularda da tekrar eden konuşmacılara kızıyorum.
Bu uzun girişten sonra sıra Faruki’nin söylediklerine geldi. Konuşmam gündelik hayatta bir alan; 16. ve 17 yy Osmanlı orta sınıf ailelerinde misafir ağırlama mekânı, araçları, aksesuarları … vs üzerine olacak dedi. Önce Metin And’ın 16. yüzyılda İstanbul, Kent Saray Günlük Yaşam, Akbank Yayınları,İstanbul… kitabı ve resimlerinden bahsetti. Kitaptaki resimler genelde Avrupalı gravürcülerden alıntılanmış. O yıllarda İstanbul’a gelmek elçiler için büyük bir olay. Farklı bir dünyaya giriş yapılıyor ve hatırası kalsın isteniyor. Bunun için günce, hatırat yazanlar kadar yanlarında getirdikleri ressamlar tarafında mekânın ve olayların resmedilmesini sağlayanlar da olmuş. Osmanlı nakkaşları ise daha çok  büyük savaş, sefer, tören, av… gibi saraya ait durumları çizmişler. Dolayısıyla Osmanlı’da orta ve küçük kent soylu kişilerine dair resim örnekleri pek bulunmamakta. Biraz Levni Surnamede hem kostüm figürlerini yapmış hem de olayları resmetmiş. Bu figürler arasında sarayda ağırlanan insanlar da görülmekte. Ne var ki bu insanlar saray tarafından davet edildikleri için çizgiye dâhil olmuşlar. Oysa biz burada bir konağın ‘baş odasına’ davet edilme durumlarıyla ilgileniyoruz dedi.
Danimarkalı Dunn – Ekrem Işın’ın Uzun Öyküler - Melling ve Dunn'ın Panoramalarında İstanbul - Long Stories- kitabından bahsetti. Panorama olarak tasarlanan kitap; pencereden görülen İstanbul’a ait çizgileri yansıtıyor. Bununla birlikte az bilinen ressam ve resimler de kayıtlarda vardır. Ama bunlar günümüzdeki amatör fotoğraflara benzer. Herkesin hatıra olsun diye çektiği, turistik dijital fotoğraflar gibi düşünmeliyiz.
Bir resim salyt olarak panoya yansıtıldı. Resimde evin başodasında yuvarlak bir yer sofrası ve etrafında üç Osmanlı erkeği oturuyordu. Ve mekânda küçük ve üst tarafı kavisli iki pencere gözüküyordu. Faruki resmi  şöyle yorumladı: Pencereler küçük çünkü o dönemde büyük yassı camlı pencereler yapmak çok pahalı ve dolayısıyla zenginler bile cüret edemezdi. Daha çok küçük ve yukarısı kavisli pencereler yapılırdı. Bununla birlikte beyaz alçıdan yapılan ve renkli cam yerleştirilmiş dizaynlara az da olsa rastlamaktayız. Restorasyonlarda görülüyor.
Resme dönersek bir sofra var. Dikkat edildiğinde altına, örtü serilmiş: yemek yenirken düşen kırıntılara karşı bir önlem olarak. Sofranın etrafına oturanlar bu örtüyü dizlerine doğru çekmişler. Sofra neden yapılmış olabilir? Bakır olabilir ama o dönemde çok pahalıdır. Deri de olabilir ve fakat o da dayanaklı değil. Deriden yapılmış çok az örnekleri var. İtalya’da …. kentinde güzel bir Osmanlı sofrası var. Avusturya’da Insburk yakınında bir kentte koleksiyoncu bir prensin konağında - şimdi müzeye çevirmişler – çok değerli Osmanlı parçaları var. Prensin topladığı malzemeler öldükten sonra sandığa konmuş ve uzun yıllar kimse dokunmamış. Böylece bugünlere kalıp, orijinal halleri korunmuş. Orada yapılan bir sergiyi gezerken çok süslü deri sofra örtüsü de gördüm. Bir de süslü, renkleri hala üzerlerinde canlı olarak kalmış, tahta kaşıklar.
Resim üzerinden devam edersek, ortada büyük bir kâse görülüyor. Yerden yüksek … sofranın üstündeki küçük parçalar ekmek. Ve bir adam (muhtemelen) tahta kaşığını kâsenin içine daldırmış yemek alıyor, diğerlerinin elinde ekmek parçası var. Hepsi ortadaki tek kaptan yiyorlar. – Orhan Kemal kırklı yıllarda hatıratında şöyle yazar. Nazım Hikmet ile Bursa’da hapishanede birlikteyken yemek yemeleri gerekmiş ama ortada tek tabak olduğundan Nazım Hikmet yememiş. Orhan Kemal buna çok şaşırdığını yazmış. Nazım Hikmet üst – bürokrat ailesinden olduğundan tek kaptan yemek yemeği bırakalı çok olmuş anlaşılan.  Orhan Kemal için ise bu sıradan bir olay… Burada ben de yakında okuduğum Memduh Ezine’nin ‘aile günlüğünü’ hatırladım. Çünkü Nazım Hikmetle halazadeler. Kitapta birkaç satırla da olsa bahsediyor.  İnsanın bildiklerini hatırlaması, birleştirmesi çok zevkli. Ne bileyim en azından ben bundan hoşlanıyorum.
Resimdeki insanlar halı üstüne oturmuşlar ama daha dikkatli bakıldığında bu örtünün üç kenarı püsküllü bir kenarı da duvara dayalı. Halının ise iki kenarı püsküllü olur. O zaman buna halı değil, yaygı/örtü demek daha doğru … ve sofradaki kasenin maddesi. Porselen olabilir ki genelde bunlar  Osmanlı’ya Tebriz’den gelir. Çin porselenlerinin Tebriz’de taklitleri yapılır ve oradan da İznik’e bu topraklara gelirdi. Renk olarak da mavi- beyaz dizaynı var. Bu aslına uygundur diyebiliriz. Çünkü hem Çin orijinalinde hem de Osmanlı uygulamasında bu renkler mevcuttur. Bu gravür 16. yy sonu ve17. yy başını göstermektedir. Zaman açısından baktığımızda bu kâse ganimet olabilir. Çünkü Tebriz en az dört kere ele geçirilmiş, birçok ganimetler getirilmiştir. Evliya Çelebi bunlardan bahseder.
Faruki bir başka resim daha gösteriyor. Burada daha kalabalık bir erkek grubu, yine bir sofranın etrafında otururken, ayakta da iki hizmetli görülmekte. Hizmetlilerden birisi elinde bir kase sofraya yemek getiriyor. Burada kaşık hakkında bilgi vermek istiyorum. İstanbul Belediye Müzesi’nde çok güzel kaşık koleksiyonları var. Zengin evler için de yapılmış kaşıklar mevcut. Fildişinden yapılmış kaşıklar güzel ama pahalı, daha çok Saray kullanır. Bunun yerine malzemesi tahta ve fakat işçiliği çok ince kaşıklar mevcut. 16. yy zengin olmayan ve fakat güzel parçalara meraklı olanların böyle tahtadan güzel kaşıklar yaptırma adeti varmış. İnsburk yakınında ki kasaba müzesinde bu parçalar da çok rahat görülebilir.
Faruki burada Osmanlı yeme kültürüyle ilgili bir derviş hikâyesi  anlatmayı da ihmal etmedi. Bir grup derviş sofraya otururlar. Aralarında birkaç da acemi var. Ve kaşıklar gelir fakat sapları çok uzun. Dökmeden yemek yemek mümkün değil, dökmek  adaba aykırı. Acemi dervişi bir düşüncedir alır, bu yemek nasıl yenecek diye. O zaman büyükler devreye girer ve bizde önce karşındakini doyurmak adettir derler de acemi derviş rahat  bir soluk alır. Faruki’nin gösterdiği resimde de kaşıklar uzun saplıca görünüyor ki Faruki’ye göre bunu ortadan yemek yenildiğinde yemeğe ulaşabilmek için olabilir şeklinde açıkladı.
Bu resimde bir başka farklılık da bazı misafirlerin arkasında görülen yastıktır diye konuşmaya devam ediyor Faruki. Bunların daha itibarlı misafirler olduğunu düşünebiliriz. Yastık koyma âdeti çok yaygındır. Bugün bile Anadolu’da buna rastlayabiliriz. Ben de Anadolu’yu ziyaret ettiğim yerlerde hemen ‘ size bir yastık verelim diyorlar ama ben böyle özel bir muameleden çok çekinirim’ dedi.  -Doğrusu burada araya girmek istiyorum. Öncelikle fotoğrafta yastığa dayanan kişilerin arkalarında duvar  vardı. Ve sırtları duvara gelmesin diye yastık düşünülmüş olabilir. İtibardan çok, ikramın bir değişik boyutu gibi düşünebiliriz. Ayrıca, günümüzde  evlerde koltuk ve kanepelerinde yastık kullanan birçok aile var.  Bunu ben de anlamıyorum ama bel ağrısı çekenler ve kısa boylu olanların ayaklarının yere değmesini sağlayan bir yöntem olarak da görülebilir.  Burada Faruki’ye  itirazdan  çok mevcudun çok boyutlu olarak okunup okunmamasına dikkat çekmek istiyorum. Benim oyum çok anlam ve boyuttan yana; hayat da öyle değil mi… - Bu durumda Faruki’nin yorumu biraz havada kalmış oluyor.
Faruki bu yastıkların nasıl yastıklar olabileceği üzerinde de durdu. Bunların muhtemel desenleriyle ilgili fotoğraflara geçti  ve Sadberk Hanım Müze broşürlerinden aldığı birkaç desen üzerinden konuşmaya devam etti. İlk desen; ortada yıldız veya güneş veya karanfil, bir kenar çizgisi ve kısa kenarda birbirine sırtını dönmüş yaprak hilal, uzun kenarda birbirine bakan ve yine sırtını dönmüş yaprak hilal resmi vardı. Bunlar dönemin en popüler desenleri olarak kabul edilmekte. Üretimde Bursa merkez. Bursa saraya üretim yapar ve o da hediye, hilat … vs şeklinde kullanılırdı. Dolayısıyla halkın rahatça kullandığı bir parça değildi. Burada soru 17. yy bunlardan oldukça bol miktarda üretilmiş. Neden? Murat Çizakça’nın bu konuda çalışmaları var. O yıllarda Bursa üreticileri zor durumda. İran ipeği kullanılmakta  ve fakat bu  çok zahmetli, zor ve riskli ve tabi masraflı bir iş. Bol dut yaprağına ihtiyaç var, böceklerin belirli bir sıcaklıkta korunması gerekmekte. Hatta bazı kadınlar böcek kozalarını istenen sıcaklıkta tutmak için koyunlarında taşıdıkları biliniyor. Yolda üreticilerin istediği ipeğin başına bir çok iş gelebilir. Hatta bu ipeklerin yoldaki şehir tüccarlarına satıldığına dair belgeler bulunmuştur. Karadeniz yolu da kullanılmıyor ama nedeni henüz bilinmiyor. Avrupa da ipek üretimine başlamıştır ama İran ipeği revaçtadır. Bu ülke ile yapılan savaşlar da ipek ticaretini olumsuz etkiler. Bursa yağmalanır, tüccarlar cayar ve ipek üretimi durur. Ham ipek fiyatları artar. İpek tüccarları bu krizden Bursa ipeğini kullanarak çıkarlar. Halil Sahillioğlu’nun 16. yy Bursa’da köle ve cariye sirkülasyonun gösteren çalışmaları mevcut. O dönemde çok fazla köle ve cariye Bursa’ya gelir  ve  nüfus artar. Fakat  bu pahalı bir yöntemdir. Dolayısıyla emeği ucuzlatmak için halk, özellikle fakir olanlar çocuklarına ipekçiliği öğretmek ister. Bu sanatı bilen kişilerle: besleme aileye, öğretme ipekçilere ait olmak üzere anlaşılır. Birçok ailenin oğlan ve kızları bu sanatı öğrenir ve geniş bir piyasa ortaya çıkar. Sonuçta Bursa ipekçiliği ve yastık üretimi o dönemin krizine çare olur.
Yüksel Duman/Tokat üzerine tez yazmış. Basmacılar isimlerini, logolarını basmaya basarlar. ‘Damga-yı sakız’ böyle bir üretimin markasıdır diyebiliriz. 18. yy Sakız’da başlamış ve ilerleyerek marka haline gelmiştir.
Bir de ikat var. Şam’da yaygın bir dizayn. İplik dokumanın şekline göre boyanır. Makaraya sıkıca sarılan ipliğin ortası boyayı almaz. Böyle boyanan ipliğin kullanılması halinde desen daha dokunurken oluşur. O dönemde Ortadoğu’nun kullandığı bu dizaynı günümüzde Ortaasya-Uygur  bölgesinde  görmekteyiz. Oralarda bu şekil dokuma halen devam etmekte. Faruki, kendisine de geçtiğimiz yıllarda orada dokunmuş bir ikat hediye edildiğini söyledi.
Bir başka fotoğrafta artık kumaş parçaların bir araya getirilmesinden yapılan dizaynlardır. Baklava dilimlerinin renk, ebat ve şekilleri üzerinden yapılan farklı desenler dokumaya estetik ve güzellik katar.
Fahri Dalsan’ın çalışmasında da ipekçilik öğrenen ve öğreten kadınları görüyoruz. Özellikle fakirlik bu işin öğrenilmesi ve öğretilmesinde önemli bir etken. Gayri Müslimlerin bu konuda iyi olduğu biliniyor. 17. Yy’da Ortadoks …. hanımın imal etti nakışlar çok biliniyor. Çünkü bu hanım yaptığı nakışlara ismini, imzasını atıyor. İstanbul dışından, Ankara’dan siparişler aldığı açığa çıktı. Kadınların örgütlü olmadığı söyleniyor ama belgelerde 18. yy Teselya’da kadın örgütleri görülüyor. Bu örgütlenme biçimi anne – kız, gelin – kayınvalide şeklindedir.
Misafir ağırlama da ev dışından alınıp, tüketilen yiyecekler konusu da  var. Bu havzada ev dışından yiyecek alınmadığı şeklinde bir ortak kanı var. Ama minyatürlerde, kadı sicillerinde, muhtesip defterlerinden bunlara ait örnekler görmekteyiz. 1820’lerde İstanbul’da 200 helvacı, börekçi, palu yapanların olduğu kayıtlı. Bunlar günlük yemekten çok misafire yapılan ikramlar olarak düşünülmeli. – Faruki’nin bu yorumu da izaha muhtaç, araştırmak lazım diye düşünüyorum. İstanbul'da 200 börekçinin olması konakların başoda misafirlerine dair ikramları dışarıdan aldıklarını gösterir mi çok emin değilim...
Süreyya Faruki konuşmasını bitirdi. Benim aklıma resimde sofrada oturanları konuşturursak, birbirlerine nasıl hitap ettikleri, hangi konulardan bahsettikleri, hangi gazeli okudukları gibi … bilgiler geldi ama sormadım. Dolayısıyla nur topu gibi bir tez konumuz daha oldu: 16. yy sonu ve 17. yy başı konak hayatı başodada konuşulan konular, okunan gazeller… vs.
Konferans sonunda Şeyma’nın bana doğru geldiğini gördüm, demek o da buradaymış. Birlikte salondan çıkarken kısa bir değerlendirme yaptık. Faruki’nin  tesbitlerinde havada kalan yerler. Ve tarih  ilminin serencamı. Şeyma  tarihin  bu ayrıntılarla uğraşmasının nasıl bir ilim anlayışına işaret ettiği üzerinde düşünülmesi gerektiğini söyledi. Kaşıkların sapı, halıların püskülü üzerine merak, nasıl bir tarih ilmi algısını yansıtıyor acaba? Bu meraklar bir asır öncesinin tarih araştırmalarında  söz konusu muydu, şimdi neden tarihçi dikkatini bunlara vermekte? Husserl’in Avrupa biliminin krizi ve fenomenoloji üzerine yazdıkları ona bunları düşündürmüş. Ben de desteklemekle birlikte  branşlaşmanın  böyle bir şey olduğunu, gündelik hayatın zaten kıl u kal olduğunu söyledim. Bu hikâyelerde ihtiyacımız var yoksa söylenenler havada kalıyor. İnsanlar yaşamamış, bir dünyalı olmamış gibi sadece elde kılınç duvara asılan yeniçeri modunu da aşmak gerekir  dedim. Bununla birlikte bazı detay bilgileri edebiyata tahvil etmek de düşünülmeli. Her şeyi tarihe sokarsak tarih bu şeylerden kendini arındırıp nasıl ayağa kalkacak… vs.
Sonuç olarak güzel bir mekânda güzel bir sunum dinledik. Coğrafya’nın genişliği, bilmenin detay ve sınır/sızlığı, insan merakının önemi, geçmişin geleceği motive etme gücü, bu konferansın bize dair duygu durumları oldu diyebilirim. Ayrıca verilen isimler, çalışmalar da araştırmacılar için önemli tabi. Nevin Meriç
28.12.2011 tarihinde yazıldı..
Nevin MERİÇ

İsminiz
Puanınız
Yorumunuz
Kalan karatkter sayısı : 500
Yorumumu Gönder
 
çok güzel ama fazla uzun bu benim ve herkesin en az 3 günde yazar yani
ZELİHA :] $$$$$$###~
güzelmiş ama çok uzun bu yüzden okumadım heralde güzeldir.


Anasayfa | Ziyaretçi Yorumları | Galeri | İletişim         

  

NEVİN MERİÇ® 2011  RESMİ WEB SİTESİ |www.nevinmeric.com
Yayınlanan yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması  5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre (YASAKTIR) suçtur.